Hep bir koşturmaca halindeyiz..
Hep birilerine yada bir yerlere koşuyor, yetişiyor,
kimilerine de geç kalıyoruz sürekli..
Düzen, aslında hepimizi koşmaya, yakalamaya, yetişmeye
zorluyor bir yerlere..
ve koşarken kendimize geç kalıyoruz sıklıkla da..
ve aynı düzen, bizi en çok da “mutluluk” peşinde koşturuyor
– mutluluk koşunca yakalanacakmış gibi.. Görece mutluluk tanımları içinde
dayatılan, iyi ve parlak bir kariyer, güzel bir ev, sevgi dolu sıkıntısız bir
aile, şahane zeki çocuklar, sağlıklı bir beden, istediğin o spor ayakkabıyı
almak, lansmanı yeni yapılmış olan son teknoloji telefona sahip olmak ve daha
yüzlercesi.. bunları elde etmekle kazanılacak baş döndürücü mutlu hayatlar
empoze ediliyor topluma, hem de en küçüğünden en büyük olanlara kadar..
Mutluluk pek yazık ki, sahip olmakla özdeşleştiriliyor
hanidir..
Ona, buna, şuna, ama eninde sonunda ve mutlaka birşeylere..!
denklem basit görünüyor değil mi; “sahip olan” “mutlu
olur”..
Mutlu olmayanlar “looser”dır zaten hali hazırda,
“kaybeden”dir, yada “hiç sahip olamayan”,
“olmayan”dır temelde..
Oysa mutluluk;
“sahip olmak” la değil, “olmak” la ilgili bir durum değil
midir!
Kendini tam, tamamlanmış hissetmekle ilgili değil midir en
çok da..
Romalı filozof Seneca, “hiçbir şeyi olmayan insanların,
dolayısıyla çalınacak hiçbir şeyi de olmadığından daha mutlu olduğunu” söylemiş
çook uzun yıllar önce, belki de haklıdır; zira, gerçek bir aidiyet yada aidiyet
isterisinden muaf olduğunda, kaybetme korkusundan da muaf oluyorsun..
Doğu felsefesi de, benim burada kendi çapında, naçizane “olmak”
diye yazdığım seyi, “aydınlanma” olarak çok daha ustun bir seviyeye taşıyor ve işte
tam da bu dünyevi ihtiras, hırs, ego gibi hastalıklı duygulardan arınmaya
bağlıyor antik çağlardan bu yana..
Sanayi devrimi ve kentleşmeyi takiben artan “sözde” ve
“görece” refah toplumlarında; gelir düzeyi arttıkça mutluluğun artmadığını,
aksine “sahip olma” isterisi arttıkça, hırsların ve mutsuzlukların arttığını
düşünüyorum. Bizzat kendimiz yada toplum tarafından ister istemez konulan,
dahası artık doğallıkla karşılanan maddi ve/ya psikolojik hedeflerin peşinden
öylece koşarken, o kadar unutuyoruz ki kendimize dönmeyi; ne dönüp içimize,
kendimize bakabiliyor, ne kendimize zaman ayırabiliyor, ne de gerçekten ne
istediğimizi anlayabiliyoruz..
Demek istediğim;
ben aslında hala yüreğimin en derininden hem de; insan
davranışlarının Darwin’in savunduğu gibi rekabetle değil, kendini “iyi”ye doğru
geliştirmekle, “iyi” olmakla gelişip şekilleneceğine inanıyorum.. Zira, rekabet
ve türlü hırslarla egolar temelinde, sistemin hepimize dayattığı ötekini geçip
önce varma, önce sahip olma, daha da beteri ilk ve belki de tek sahip olma
isterisi günün sonunda kimselere güvenemez hale getirmiyor mu hepimizi?
bastığın yer dahi çekilecekmiş hissi değil mi yere sağlam
basma paranoyasının temeli?
böyle böyle sarsılmıyor mu insani temellerimiz?
ve dahası herkesin sivrilen egoları birbirine batmıyor mu
öylesine sıradan sohbetler içinde dahi?
Azalmadık mı?
ve yalnızlaşmadık mı hepimiz?
“ben sende oluyorum” der Martin Buber – ki; insan benliğinin
en içteki gelişiminin kendimizle kurduğumuz ilişkiden ziyade, öteki ile
kurduğumuz ilişkiye bağlar..
Ben buna tam olarak katılmamakla ve dahası “olmak” kısmının
insanın kendi içinde temelleneceğini düşünmekle birlikte; yine de, öyle güzel,
öyle sıcak, öyle egosuz geliyor ki kulağa “ben sende oluyorum” demek de, bunu
duymak da..
özlediğimiz şey belki de güvendir, sevgidir, huzurdur tüm bu
kaybolmuşluğun içerisinde..
kim bilir..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder